NALINI SINGH

Kara Zırh

Çeviri
Zeynep Arda

HARLEQUIN TÜRKİYE

Mühürdar Cad. Uras Apt. No.83/1
Kadıköy - İSTANBUL
Tel: (0216) 418 12 72 Faks : (0216) 338 87 12
info@harlequintr.com – www.harlequintr.com
www.facebook.com/harlequinbeyazdizi
twitter.com/harlequintr

NALINI SINGH

New York Times ve USA TODAY’ın çok satan yazarlar listesine giren Nalini Singh paranormal romanlar yazmayı seviyor.

Şu anda devam eden iki seri üzerinde çalışıyor.

Yeni Zelanda’da yaşayan ve seyahat etmeye bayılan Nalini, Tahiti, Japonya, İrlanda ve İskoçya’ya kadar gitti.

Nalini’nin kitapları hakkında daha fazla bilgi almak için sitesini ziyaret edebilirsiniz: www.nalinisingh.com

Sevgili okur,

Karanlık ve tehlikeli kahramanları her zaman sevdim, Micah da tam böyle bir karakter. Uçurum denen korkunç bir diyarın lordu olan Micah hayatı boyunca sadece ölüm ve şiddet görmüş, karşılaştığı insanlar ona hep korkuyla bakmışlar. Bu yüzden, çekinmeden gözlerinin içine bakabilen davetsiz misafiri Liliana’dan çok etkileniyor. Liliana ise bir canavarla karşılaşmayı beklerken bu kara lordun baştan çıkartıcı öpücüğüne teslim oluyor…

Royal House of Shadows’da, Micah ve Liliana’yla birlikte olmak çok keyifliydi. Diğer yazar arkadaşlarım Gena Showalter, Jessica Andersen ve Jill Monroe’yla birlikte bu dünyayı yaratırken çok eğlendik. Öykülerin bütünlüğünü ve tutarlığını korumak için birbirimize gönderdiğimiz sayısız mesaj da bu eğlenceye dahildi.

Bu büyülü, tehlikeli ve baştan çıkartıcı dünyayı sizin de beğeneceğinizi umarım.

İçten sevgilerimle,
Nalini Singh

ROMANIN KARAKTERLERİ

Liliana

Romanın kadın kahramanı

Prens Micah

Romanın erkek kahramanı, Elden tahtının varislerinden

Nicolai, Dayn ve Breena

Micah’ın kardeşleri, Elden kraliyet ailesinin çocukları

Kral Aelfric ve Kraliçe Alvina

Elden’in kral ve kraliçesi

Kan Büyücüsü

Gücünü kandan alan büyüler yapan ve Elden’i işgal eden acımasız büyücü

Irina

Liliana’nın annesi

Jissa

Kahverengimsi ırkından genç bir kadın

Bard

Micah’ın yardımcısı

ÖNSÖZ

KRALİYET tarihçisi olarak elime kalem ve mürekkebi aldığım anda sadece gerçekleri kaydedeceğime dair yemin etmiştim. Şimdi anlatmak durumunda olduğum gerçekleri ise silebilmeyi dilerdim. Ancak bu mümkün değil. Bu arşivleri kimsenin okumayacağını biliyorum ama yine de tarihin yazılması gerek. Geçmişin bilinmesi gerek. Öyleyse başlamak zorundayım.

Kan Büyücüsü gözlerini büyük bir açlıkla, Kral Aelfric ve bilge Kraliçe Alvina tarafından yönetilen müreffeh ve kadim Elden Krallığı’na dikmişti. Kral ile kraliçe iktidarı güçlüydü ama acımasız değildi, yurtlarını çok iyi yönetiyorlardı. Halk refah içindeydi.

Çocukları da öyleydi.

Kimileri, en büyükleri olan Nicolai’nin en karanlık yüreklileri olduğunu söyler.

Onun bir küçüğü Dayn ise her şeyi görebilir.

Yufka yürekli Breena hem annesinin hem de babasının gözbebeğiydi.

En gençleri olan Micah’ın ise masum bir yüreği vardı. Elden’in karanlığa boğulduğu o korkunç günlerde Micah, sadece beş yaşındaydı. Hatta beşinci yaş gününü kutladıkları gecenin şafağında çökmüştü bu karanlık üstlerine. Kara Büyücü hiçbir diyarda benzerleri görülmemiş canavarlarıyla geldiğinde artık şatonun koridorlarında ne şarkılar söyleniyor ne de dans ediliyordu.

Bir zamanlar belki de örümcek olan bu canavarların tüylü bacaklarının ucunda jilet gibi keskin uzantıları vardı, insan etinin tadını almışlar, kan kırmızısı gözleriyle dehşet saçıyorlardı. Yanlarındaysa yumrukları çelik tokmaklara benzeyen, canavara dönüştürülmüş insanlarla toprağı kazarak zehirlerini bırakan, kımıl kımıl küçük böcekler vardı.

Öldürdüklerinin yaşam enerjisini sömüren Kan Büyücüsü muazzam bir güce sahip olmuştu. Hiç kimse ona karşı koyamıyordu. Yine de kralla kraliçe, büyücü onlara çabuk ve acısız bir ölüm vaat etmesine rağmen halklarını bu karanlığa kolay kolay teslim etmek niyetinde değildi.

Kral Aelfric büyücüye çok şiddetli bir darbe indirmesine rağmen onu öldüremedi, bu onun daha da öfkelenmesine neden oldu sadece. Büyücü krala tekrar tekrar saldırdı. Nihayet kralın gözlerinden kan gelmeye başladı.

Kraliçeyse büyücünün yanında getirdiği canavarlarla uğraşmaktan yorgun düşmüştü. Kralın acımasız düşmanı karşısında yere yığıldığını görünce savaşı kaybettiklerini anladı. İkisi, kalan son güçlerini kullandılar ve ruhları birleşti. Kraliçe o zamandan beri bir daha tekrarlanmayan çok güçlü bir büyüyü harekete geçirmek için canını feda etti.

Kraliçe de çocuklarını Elden’den uzaklaştırmak için aralarındaki kan bağını kullanmıştı. Böylece çocukları günün birinde tekrar Elden’e dönerek krallıklarını kurtarabilecekti.

Ancak büyücü kraliçenin büyüsünü son anda bozmayı başardı. Bu yüzden kraliyet ailesinin çocukları güvenli bir yere ulaşamadan öldüler. Böylece büyücüye karşı koyacak kimse kalmamıştı.

Elden Kraliyet Tarihi, Kan Büyücüsü Dönemi, üçüncü gün.

BİRİNCİ BÖLÜM

HAYATINDA gördüğü en güzel canavardı bu.

Ayna gibi parlak, siyah mermer zeminde bitkin bir şekilde yatarken Liliana’nın ilk aklına gelen bu olmuştu. Bu sırada Kara Şato’nun Lordu denen adam, odanın en dibindeki fildişi tahtından kalktı, hiç acele etmeden, müthiş bir azametle on adım atarak yanına geldi.

Liliana elini yumruk haline getirmeye ve dizlerinin üstünde doğrulmaya çalıştı. Adamla bu şekilde karşılaşmak istemiyordu. Ancak diyarlar arasında geçiş yapabilmek için çok kan kaybetmişti. Büyü sayesinde iyileşmişti ama bileklerinde kan lekeleri duruyordu. Babası kendi kanını kullanmakla aptallık ettiğini söylerdi mutlaka.

“Zayıf.” Adam tükürür gibi söylemişti bunu. “Karım olarak güzel bir cadı alıyorum ve civciv suratlı, mızmız bir sıçan buluyorum karşımda.”

Canavarın çizmelerinin yaklaştığını hissedince Liliana, nefesini tuttu. Böyle olmaması gerekiyordu. Yaptığı büyü onu ormana götürecekti, bu canavar ruhlu adamın tek başına arkasındaki kötücül yaratıkların önünde kalkan gibi durduğu bu devasa kabul salonunda ne işi vardı? Liliana üzerinde dolaşan yüzlerce bakışı hissedebiliyordu. Kimse ses çıkarmıyordu ama.

Çizmeler iyice yaklaşmıştı.

Liliana kötülüğün ne olduğunu çok iyi biliyordu. Kan Büyücüsü gibi bir babayla büyüyünce bu çok normaldi. Ancak bu adam, bu “canavar” tamamen kalpsiz ve yüreksizdi. Şatosu Uçurum’a açılan geçidin hemen yakınındaydı. Şeytana hizmet edenlerin sonsuza dek yılanlar ve şahmeranların eziyeti altında acılar çektiği bu korkunç yerin muhafızıydı bu adam. Söylenenlere göre ölüm bile onu görünce ürperiyordu.

Adam yanında çömelip ona doğru eğilirken Liliana bunun doğru olmadığını düşündü.

Her şeyden önce hiç de çirkin değildi bu adam.

Güçlü elleriyle Liliana’yı kavradığı gibi onu ayağa kaldırdı.

Liliana bir anda canavarla göz göze geldi.

Güneşin pırıltılarını taşıyan saçları, buz yeşili gözleri ve yazın altın fırçası değmiş gibi duran teniyle, karşısında masal kitaplarında anlatılan beyaz atlı prensin ta kendisi duruyordu. Tek fark bu adamın simsiyah bir zırh giymesi ve gözlerinin kâbus kadar siyah olmasıydı.

“Bu da kim?” Çok basit bir soruydu.

Liliana’nın tüyleri ürperdi. Bir şeyler söylemek istedi ama vücudu ona boyun eğecek gibi durmuyordu. Babasının işgal edilmiş krallığından, yaşam ve ölüm arasında karanlık bir yer olan bu diyara gelmek için harcadığı çaba onu çok bitkin düşürmüştü.

“Davetsiz bir misafir.”

Adam, Liliana’nın saçlarını gözlerinden çekti. Elindeki simsiyah, uzun, zırh eldiveni görmezden gelinecek olursa neredeyse şefkatli bile sayılabilecek bir hareketti bu. Eklem yerlerinde jilet gibi keskin uzantılar vardı, parmak uçlarındaysa zırhı kadar siyah pençeler vardı. “Kimse davetsiz olarak Kara Şato’ya girmeye kalkışmadı bugüne kadar.” Yeşil gözlerde tekinsiz bir pırıltı parladı. “Kimse cüret etmedi buna.”

Liliana, karşısındakinin sadece bir muhafız olduğunu fark etti, hiçbir şey hatırlamıyordu bu adam. Çocukluğuna dair en ufak bir iz kalmamış olmalıydı. Bu da efsanenin doğru olduğunu gösteriyordu. Efsaneye göre Kraliçe Alvina son bir çabayla çocuklarını Elden’den uzaklaştırmak için güçlü bir büyü yapmış ama babası, Kan Büyücüsü son anda bu büyüyü çarpıtmayı başarmıştı.

Liliana, Kan Büyücüsü’nün aslında büyüyü önleyemediğini düşündüğünü biliyordu. Bir kızgınlık anında söylemişti babası bunu. Özellikle büyük çocukların büyüsünü önleyemediğini düşünüyordu büyücü… Ancak en küçükleri öyle değildi. Kan Büyücüsü’nün büyüsü çocuk büyüyüp bir yetişkin olurken onda tutunmaya devam etmiş, onu Kara Şato’nun korkunç lordu haline getirmişti.

Babası bunu öğrense çok sevinirdi, kesin. Çünkü onun büyüsünden kurtulmayı başaranlar çok ender olarak kendi benliklerine yeniden dönebilirlerdi. Liliana’nın annesi başaramamıştı örneğin bunu. Gece gündüz Kan Büyücüsü’nün şatosundaki uzun koridorlar boyunca ruh gibi dolaşan, kapkara tenli, kuru bir kadına dönüşmüştü.

Irina, kendisini şatonun hanımefendisi olarak görüyor, çocuğu olmadığını sanıyordu. Ona göre en önemli vazifesi efendisine hizmet etmekti. Bu hizmet, geceleri boynundan kelepçelenmek ve çığlıklar atarak acı çekmek bile olsa… Liliana bazen koridorlarda annesinin yolunu kesip, kendisini hatırlatmaya çalışır, annesiyse gözlerini kaçırırdı.

Onun tersine, karşısındaki buz gibi soğuk yeşil gözlerse dimdik ona bakmaya devam ediyordu. Liliana gizlice şatoya girip ona geçmişi hakkındaki gerçekleri anlatmadan önce hakkında bilgi edinmeye niyetlenmişti aslında. Elden işgal edildiğinde Micah sadece beş yaşında olduğu için Liliana bir hafıza kaybıyla karşılaşacağını biliyordu, buna hazırdı. Ancak Micah babasının kötülük dolu müdahalelerine teslim olduysa Liliana’nın işi bin kere zorlaşıyordu.

“Seni ne yapayım şimdi ben?” diye sordu Kara Şato’nun Lordu ve Uçurum’un Muhafızı. “Daha önce böyle içeri giren kimse olmadığı için ne yapacağımı bilmiyorum.”

Liliana onun kendisiyle oynadığını düşündü. Tıpkı eninde sonunda yiyeceği fareyle oynayan bir kedi gibiydi.

Öfkeyle karşısındakine baktı, hayatı boyunca babasıyla mücadele ettiği için alışkındı buna. Nafile bir çabaydı belki ama başka türlüsü elinden gelmezdi.

Adam ona şaşkınlıkla baktı. “İlginç.” Parmaklarının ucundaki çelik çivileri Liliana’nın yanağında yavaşça gezdirdikten sonra onu tekrar omuzlarından ayağa kaldırdı.

Liliana ayağa kalkınca sendeledi, adam onu tutuyor olmasa yere yığılacaktı. Bu sırada bir eli adamın soğuk, simsiyah zırhına çarpmıştı. Zırh kaya gibi sertti. Babasının büyüsü kendisini göstermiş, Micah’ın zihinsel hapishanesini fiziksel bir gerçekliğe dönüştürmüştü. Eğer büyüyü bozmak istiyorsa her şeyden önce bu zırhı çıkarması gerekiyordu.

Elbette buna kalkışmadan önce hayatta kalması şarttı.

Canavar sonunda, “Zindan,” dedi. “Bard!”

Liliana bir anda güçlü kollar tarafından yakalandı. “Şunu zindana atın,” dedi canavar. “Bu akşam Uçurum’a gidecekleri avladıktan sonra onunla ilgileneceğim.”

Liliana uzun bir koridor boyunca zindana doğru sürüklenirken lordun sözleri zihninde yankılanıyordu. Şatonun buz gibi duvarlarıysa çok sessizdi, sadece fısıltılar duyuluyordu. Liliana ise onu zindana götüren kişinin kalp atışlarını yanağında hissedebiliyordu. Bir insana ait olamayacak kadar yavaş atıyordu bu kalp. Liliana başını çeviremediği için onu böylesine kolaylıkla taşıyanın kim ya da ne olduğunu göremiyordu.

Nihayet koridordaki siyah aynaların önünden geçerlerken görebildi adamın yüzünü. Adamın yüzü sanki bir çocuğun beceriksiz ellerinden çıkmış, kilden bir heykele benziyordu. Girintili çıkıntılı, biçimsiz bir yüzdü bu. Yüzünün iki yanında, biraz fazla yukarıdan fışkıran, kulağa benzer uzantıları vardı. Liliana burnunu, belki de şekilsiz yanaklarıyla çalı gibi yukarıdan sarkan kaşlarının arasına sıkışıp kalacak kadar küçük olduğu için görememişti.

Gerçekten çok çirkindi bu adam.

Liliana kendisini daha iyi hissediyordu şimdi. Nihayet burada ona acıyabilecek birini bulmuş olabilirdi. Kurumuş boğazını zorlayarak, “Lütfen,” diye fısıldamayı başardı.

Kulaklardan birisi oynar gibi oldu ama adam yavaşlamadı bile, kararlı bir şekilde yoluna devam etti. Liliana yeniden denedi ama değişen bir şey olmadı. Adam ne olursa olsun durmayacaktı, belliydi. Duracak olursa canavarın onu cezalandıracağını biliyordu. Bunun üzerine Liliana sessiz kalıp kendini yormamaya karar verdi.

Bard’la yaptıkları uzun yolculuğun sonunda, yıkık dökük duvarları tek bir meşaleyle aydınlanan karanlık bir koridora geldiler. Sonra Liliana merdivenleri fark etti. Kara Şato’nun derinliklerine inen merdivenler dar, tavan çok alçaktı. Bard kafasını bir iki kere tavana çarptı, omuzları ise zar zor sığıyordu. Liliana ayaklarını sürüyerek ilerleyebiliyordu artık ama Bard yaralanmaması için onu daha dikkatle taşımaya başlamıştı.

Liliana bu özeni, kendisine gösterilen bir şefkat gösterisi olarak anlayacak değildi. Gardiyanı, sadece tutsağının başına bir iş gelirse bunun için Kara Şato’nun Lordu’na hesap vermek istemiyordu, bu kadar basitti.

Merdivenler helezon şeklinde aşağıya indikçe iniyordu. Liliana bir an bu merdivenlerin uçuruma indiğini geçirdi aklından. Sonunda zindanlara geldiklerinde burasının gerçekten de çok korkunç bir yer olduğunu gördü. Bir meşalenin aydınlattığı, tünel biçimindeki geçidin sonunda, kapılarında demir parmaklıklarla örtülmüş ufak birer penceresi olan hücreler bulunuyordu. Liliana bir şeyler duyabilmek için kulak kabarttı ama belirgin bir sessizlik vardı. Ya başka bir mahkûm yoktu ya da hepsi çoktan ölmüştü.

En yakındaki hücrenin kapısını açan Bard, içeri girerek Liliana’yı köşedeki saman yatağa bıraktı. Bu sırada bir an göz göze geldiler. Adamın kocaman siyah gözlerinde derin bir hüzün vardı, bir doktor ya da hocanın tutkuyla parlayan akıllı gözleriydi bunlar. Liliana ağzını açacak oldu ama Bard başını iki yana salladı.

Ondan merhamet bekleyemeyeceği anlaşılıyordu.

Bard dışarı çıkarken homurdanıp diğer köşedeki bir şeye çarptı. Sonra kapıyı hızla çekip kapatarak Liliana’yı koyu karanlıkta bıraktı. Koridordaki meşalenin ölgün ışığı Liliana’nın hücreyi görebilmesine yetecek gibi değildi.

Liliana gücünü toplayarak, Bard’ın biraz önce çarptığı şeye doğru emekledi. Nihayet, ona saatler gibi gelen bir süreden sonra bir kovaya ulaştı. Dikkatlice elini kovaya soktu.

Su.

Boğazının kırık cam parçaları yutmuş gibi kuruyup acıdığını fark etti o anda. Dizlerinin üstünde doğrulup, avuçlarına doldurduğu suyu kana kana içti. Su serin ve tatlıydı, damlalar bileklerine doğru süzülüyordu. Aslında daha fazlasını içmek isterdi ama boş mideye fazla su içmesinin iyi olmayacağının farkındaydı.

Gözleri loşluğa alışmaya başlamıştı. Kovanın hemen yanında duran çelik kutuyu fark etti, hemen kapağını açtı. Kutuda bir parça ekmek vardı. Günlerdir ağzına bir lokma girmemiş olan Liliana büyük bir açlıkla ekmekten bir parça kopardı. Ekmek kuru ve yavandı, sanki özellikle tatsız olması istenmişti.

Bu sırada sol tarafında ufak ayak sesleri duyup başını çevirdi.

Karanlıkta parlayan bir çift göz ona bakıyordu. Bu görüntü başka bir kadının ödünün kopmasına sebep olabilirdi ama Liliana babasının evinde bu türden yaratıklara alışmıştı. Yine de hücre arkadaşını dikkatle inceledi. Ufak tefek, sıskalıktan kemikleri çıkmış bir yaratıktı bu, korkulacak bir tarafı yoktu. Liliana bir parça ekmek koparıp ona uzattı. “Gel küçük dostum.”

Fare olduğu yerde donup kaldı.

Liliana ekmeği uzatmaya devam etti. Hayvanın açlık ve kendini koruma güdüleri arasında bocaladığını görebiliyordu. Nihayet açlık kazandı ve fare aniden öne atılıp ekmeği kaptı ve kaçtı. Liliana onun acıktığı zaman döneceğini biliyordu.

Kalan ekmeği yeniden kutuya koyarak kapağını kapattı, kovanın yanına bıraktı. Sonra saman yatağa geri döndü. Bitkin bir halde yatağa uzanırken hücresinin çok da kötü olmadığını düşündü. Gerçekten korkunç bir hücre hazırlamak için babasından öğrenebileceği çok şey vardı kara lordun.

Rüyası hep aynı şekilde başlıyordu.

“Hayır, Bitty, hayır.” Liliana en fazla beş yaşında olmalıydı. Dizlerinin üstüne çökmüş, en iyi arkadaşı olan uzun beyaz tüylü tavşana parmağını sallıyordu. “Gidip getirmen gerek.”

Bitty ise daha çok yemek ve güneşlenmekten hoşlanan bir tavşan olduğu için kılını bile kıpırdatmamıştı. Liliana içini çekerek topu kendisi almıştı ama aslında bunun için üzülmüş falan değildi. Bitty çok iyi bir hayvandı. Liliana’nın onun uzun, ipeksi kulaklarını istediği kadar okşamasına izin veriyor, bazen onun peşinden bile gidiyordu.

“Gel bakalım seni uyuşuk,” dedi Liliana tavşanı kucağına alırken. “Ne kadar da ağırsın! Artık başka lahana yok sana.”

Bitty’nin kalbinin nasıl hızlı hızlı attığını hissedebiliyordu, hayvanın vücudu sıcacıktı. Liliana ayağa kalkmaya çalıştı. “Bahçeye gidelim. Eğer uslu durursan sana çilek toplarım.”

O sırada kapı açılıyordu.

Ve rüya değişiyordu.

Kapıda duran, siyah saçları sıkı sıkı arkaya doğru taranmış, iskelet kadar zayıf adam babasıydı. Liliana bir an onun çileklerle ilgili niyetini duyduğundan endişelenmişti ama babası ona gülümseyince korkusu azalmıştı. Yine de tamamen geçmemişti. Çünkü beş yaşındayken bile babasının onun yanına gelmesinin iyi bir sebebi olmayacağını biliyordu. “Baba?”

Babası odaya girdi, bakışlarını Bitty’den ayırmamıştı. “Tavşanına çok iyi bakmışsın.”

Liliana başını sallayarak onayladı. “Ona gerçekten iyi bakıyorum.” Bitty, babasının onun için yaptığı tek iyi şeydi.

“Belli oluyor.” Babası yeniden gülümsedi ama bakışlarında Liliana’yı ürküten bir şey vardı. “Benimle gel Liliana.” Liliana tavşanı bırakmak için yere eğilince, “Hayır, onu da yanında getir,” diye ekledi. “Onunla işim var.”

Bu sözler Liliana’yı korkutmuştu ama sadece beş yaşındaydı daha. Bitty’i sımsıkı göğsüne bastırarak babasının peşine takıldı. Böylece üst katlara doğru tırmanmaya başladılar.

“Ne kadar da düşüncesizim,” dedi babası yarı yolda. “Bu merdivenleri çıkmak senin için çok zor olmalı. Hayvanı bana ver.”

Liliana tavşanın irkildiğini fark ederek ona daha sıkı sarıldı. “Hayır, böyle iyiyim ben.”

Babası ona pis bir ifadeyle baktıktan sonra kulenin merdivenlerini tırmanmaya devam etti. Kulenin en üstündeki büyü odasına doğru gidiyorlardı. Liliana oraya daha önce hiç gitmemişti, gitmemesi gerekiyordu.

Ancak o gün babası kapıyı açarken, “Artık sahip olduğun güçleri öğrenmenin vakti geldi,” dedi.

Liliana’nın gidip saklanabileceği bir yeri yoktu. Bu yüzden tuhaf kokan ve kitaplarla dolu odaya girdi. Oda yine de beklediği kadar kasvetli bir yer değildi, en azından etrafta hiç kan yoktu. Liliana rahatlayarak gülümsedi. Herkes babasının bir kan büyücüsü olduğunu söylüyordu ama bu odada kan olmadığına göre yanılıyor olmalıydılar.

Başını kaldırdığında babasının Bitty’i kucağından almak üzere ona doğru eğildiğini gördü, gülümsemesi kayboldu. Dilinde pas gibi metalik bir tat hissediyordu.

“Ne kadar da sağlıklı bir yaratık,” diye mırıldandı babası. Tavşanı, yuvarlak odanın ortasında duran, taştan bir kuş havuzuna benzeyen şeyin üzerine koyup Bitty’i sıkıca kulaklarından yakaladı.

“Hayır!” Liliana, Bitty’nin huzursuzca sesler çıkardığını duyuyordu. “Canını yakıyorsun.”

Babası, “Uzun sürmeyecek,” dedikten sonra pelerininin içinden uzun ve keskin bir bıçak çıkardı.

Bir an sonra Bitty’nin kanı gümüş renkli bıçağı kıpkırmızı yapmıştı, kuş havuzunun yanındaki kabın içine doluyordu.

“Buraya gel Liliana.”

Liliana başını iki yana sallayarak hıçkırdı, geri çekildi.

Babası aynı buz gibi sesle, “Gel buraya,” dedi.

Çok korkmasına rağmen Liliana babasına yaklaştı. Babası onu boynundan tutup Bitty’nin kanının sıcaklığını hissedene kadar öne doğru eğdi. “Kim olduğunu gör,” dedi babası.

İKİNCİ BÖLÜM

LILIANA bir çığlık sesiyle, irkilerek uyandı. Ağzı pamuk dolmuştu, zihniyse ölümün soğuk hissiyle doluydu. Hücresinin kapısının açık olduğunu ve Bard’ın o kocaman siyah gözleriyle onu izlemekte olduğunu fark etmesi zaman aldı.

“Merhaba,” dedi ona. Sesi, gördüğü kâbusun etkisiyle hâlâ gergin çıkıyordu.

Bard cevap olarak onu ileri itti.

Liliana ayağa kalktı, kendisini bitkin hissedeceğini düşünüyordu ama düşündüğünden daha iyi durumda olduğunu görünce rahatladı. Bard’la birlikte dar bir kapının önüne gelene kadar koridorda ilerlediler. Bard kapının önünde hiçbir şey yapmadan durunca Liliana tuvalete geldiklerini anlayıp hafifçe kızararak, “Şimdi çıkarım,” diyerek içeri girdi.

İçeride işini hallettikten sonra siyah aynalardan birine bakarak mümkün olduğunca kendine çekidüzen verdi. Aslında ne kemerli burnu ne de annesinin koyu bal rengindeki tenine hiç gitmeyen kirli buz rengindeki gözleri için yapabileceği bir şey vardı. Aynı şekilde saman gibi duran saçları ve incecik dudakları için de bir şey yapamazdı ama hiç değilse saçlarını kulaklarının arkasına atabilir, hâlâ kanla lekelenmiş duran bileklerini yıkayabilirdi.

“Peki,” dedi kendi kendine. “Buraya kadar geldin. Artık işe koyulma zamanı.” Ancak bunu nasıl yapacağını bilemiyordu.

Çocukluğu boyunca babasının, Elden’in gerçek varisleri olan kraliyet ailesinin dört çocuğunu köleleştirdiğini dinlemişti. Bu çocukların umut dolu sesleri, korkudan uzak bir geleceği düşlediği zamanlarda hep yanında olmuştu.

Derken bir ay kadar önce, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hissederek Ölüm Ormanı’nın pis kokulu, eciş bücüş dallarının arasına dalmış ve babasının artık kanı çok bozulmuş olduğu için görmesine imkân olmayan şeyler görmüştü.

Elden’in varisleri yurtlarına dönüyorlardı.

Biri hariç.

Uçurum’un Muhafızı o kader gününde aralarında olmayacaktı. Ancak o gelmezse, dört yüzlü güç anahtarı tamamlanamazdı. Kardeşleri tüm güçleriyle babasına karşı savaşsalar da o olmazsa yenilirler ve Elden sonsuza dek Kan Büyücüsü’nün olurdu. Bu korkunç bir durumdu ama daha da kötüsü vardı.

Elden, kralla kraliçenin son nefeslerini vermelerinden hemen sonra yavaş yavaş ölmeye başlamıştı. Babasının işgalinin on ikinci yıldönümünde saat gece yarısını vurduğundaysa tamamen ölmüş olacaktı. Elden’de yaşayan herkes büyüden etkilenmişti, eğer bir şey yapılmazsa tam o saatte hepsi olduğu yere yığılıp kalacak, bir daha da ayağa kalkamayacaktı.

Babası bu “hastalığa” bir çözüm bulabilmek için yıllarını harcamıştı. Bu yüzden, Elden’e dönecek varisleri öldürmeyecekti. Bunun yerine onları zincire vurup büyük bir dikkatle vücutlarında kesikler açacak, kanlarının durmaksızın Elden topraklarına akmasını sağlayarak Elden yurdunu kandırmayı deneyecekti. Kraliyet ailesindekiler yüzlerce yıl yaşayabildikleri için kolay kolay ölmezlerdi ve böylece babası…

Güm!

Liliana irkilerek sıçradı, gardiyanı acele etmesi için kapıya vuruyordu. “Geliyorum,” diyerek aynadan uzaklaştı.

Liliana dışarı çıkar çıkmaz Bard hemen onun önüne düşüp yürümeye başladı. Onun hızına yetişmek çok zordu, topallar gibi yürüse bile Liliana’dan çok iriydi, adımları onun adımlarının beş katıydı. “Efendi Bard,” diye seslendi Liliana sonunda ona.

Bard durmadı ama Liliana onun koca kulaklarından birinin hareket ettiğini fark etti.

“Ölmek istemiyorum,” diye devam etti Liliana. “Hayatta kalmak için ne yapmalıyım?”

Bard olumsuz bir ifadeyle başını iki yana sallamakla yetindi.

Hayatta kalmasının bir yolu yok muydu yani?

Yoksa bunu Bard da mı bilmiyordu?

Liliana paniğe kapılmamaya çalıştı. Babası, Prens Micah’ın ruhunu tamamen yok etmiş olamazdı. Liliana, Kral Aelfric’le Kraliçe Alvina’nın en küçük çocukları hakkında fazla bir şey bilmiyordu ama yine de kulağına çalınanlardan onun çok sevilen bir çocuk olduğunu öğrenmişti.

“Gözleri böyle ışıl ışıl parlayan bir bebeği kim sevmezdi ki?”

Yaşlı dadısı Mathilde bir seferinde böyle bir şey söylemişti ona masal anlatırken. Liliana, Mathilde’nin anlattığı bu masalların aslında Elden’in gerçek hikâyeleri olduğunu çok sonra anlamıştı. Mathilde’nin bir bahar akşamında ortadan kaybolup bir daha görünmemesinin sebebinin de bu olduğunu biliyordu.

Aylar sonra babası onu yürüyüşe çıkarmış, Ölüm Ormanı’nın loşluğunda parlayıp duran bembeyaz bir kemiği göstermişti. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı.

Liliana ağladığında ona sarılan tek insan olan dadısını hatırlayınca büyük bir acı hissetti yine. Ama acısını unutmak zorundaydı, Mathilde artık ölmüştü, onun için bir şey yapamazdı. Elden’in en küçük prensiyse hayattaydı ve Liliana ne yapıp edip onun o gece yarısı olmadan Elden’e dönmesini sağlayacaktı.

Kara Şato’nun Lordu tuhaf bir şekilde tutsağını beklediğini fark etti. Uçurum’a gidecek olanların ruhlarını yakalaması bazen uzun sürerdi ama genellikle zaman onun için fazla bir şey ifade etmezdi. Bu kez, davetsiz misafirini yeniden göreceği an içinse saatleri saymıştı neredeyse.

Bu şekilde düşünmeye alışık değildi hiç, kendisini tuhaf hissediyordu.

Böylece, tahtının yanında, simsiyah taş zemin üzerinde bekledi. Bu sırada köyden gelen gündelikçiler etrafta sessizce hareket edip işlerini yapıyorlardı. Ona hizmet ederken bile korkuyorlardı ondan. Böyle de olması gerekiyordu zaten, Uçurum’un Muhafızı bir canavar olmalıydı.

Bard’ın ayak seslerini duyduğunda artık sabırsızlanmaya başlamıştı. Sonra büyük salonun büyük, masif kapıları iniltili bir ses çıkararak açıldı. Kara Şato’nun Lordu, Bard’ın ona yaklaşmasını izledi. Tutsağı görünürde yoktu, ancak Bard kenara çekilince ortaya çıktı.

Lord, kadının uyumsuz olduğunu düşündü. Teninin rengi bal gibiydi, yumuşacıktı, hiçliğin rengini taşıyan gözleri minicikti, ağzıysa çok büyüktü. Kemerli burnu ise diğer tüm özelliklerini gölgede bırakıyordu neredeyse. Saçları samandan farksız görünüyor, bir bacağı diğerinden kısa olduğu için aksayarak yürüyordu.

Doğrusu hiç de çekici bir görüntüsü yoktu kadının ama Lord onu merak ediyordu yine de.

Çünkü hiç çekinmeden ona bakmıştı.

Daha önce ona böyle korkusuzca bakan kimse olmamıştı.

“Geceyi atlatmışsın,” dedi kadına.

Kadın çuval gibi duran giysisindeki bir saman parçasını yere attı. “Çok iyi ağırlandım, teşekkür ederim.”

Lord böyle bir karşılık beklemiyordu, şaşkınlıkla ona baktı. Çevredeki gündelikçiler ve uşaklar da donup kalmışlardı. Lord, onun ne yapmasını beklediklerini bilmiyordu. Tıpkı lanet gelip onu bulduğunda ne yaptığını bilmediği gibi… Sadece o an geçtikten sonra etrafın harabeye dönüyor, hizmetçiler ve uşaklar onun yanından kaçışıyorlardı. “Bard’a sormam gerek bunu.”

“Hissettiğim konforda onun suçu yok,” dedi tuhaf yaratık. “Taş zemine alışkınım aslında, o yüzden saman yatak bana çok lüks gelmiş olabilir.”

“Kimsin sen?” Bu kadın her kim olursa olsun ona zarar veremezdi. Doğrusu ona kimse zarar veremezdi. Onu baştan aşağı saran siyah zırh sayesinde kimse ona dokunamazdı bile. Zırhın artık saçlarının dibine doğru yaklaştığını hissediyordu, yakında yüzünü de kaplayacağından emindi. Müritlerini avlamaya çıktığında artık şeytan bile dokunamayacaktı ona.

“Liliana,” dedi tutsağı. “Ben Liliana’yım. Ya sen kimsin?”

Lord onun aklının başında olup olmadığını anlamak ister gibi dikkatle baktı kadına. Bu şekilde konuşmaya cüret etmesinin başka bir sebebi olamazdı. Durumu eğlenceli bulmuştu. “Ben Uçurum’un Muhafızı ve Kara Şato’nun Lorduyum.”

“Bir ismin var mı?”

Bir an durdu. “Lordların isme ihtiyacı yoktur.” Ancak çok çok uzun bir zaman önce bir ismi olduğunu hatırlıyordu. O kadar uzun bir zaman önceydi ki bu sadece hatırlamaya çalıştığında bile kendini karanlık dalgalar arasında sürüklenirken buluyordu.

Bard’a işaret etti. “Şunu sırtına al!”

Liliana kocaman bir el onu sürüklerken tekmeler atıp durdu. “Bekle!” diye bağırdı.

Gardiyanı bir kapıyı açmak için durunca çaresizlik içinde etrafına bakındı, onu kurtarabilecek bir şeyler arıyordu. Etrafta silah olarak kullanabileceği hiçbir şey yoktu, olsaydı bile Liliana savaşçı değildi ki. Uşaklar da ona yardım edemeyecek kadar çok korkmuşlardı. Liliana sol tarafındaki masanın üzerinde duran ekmeğe baktı, ekmeğin üzerindeki koca bıçağı fark etmişti, belki bunu kullanabilirdi.

Bard onu kapıya doğru sürüklerken, “Yemek pişirebilirim!” diye bağırdı. “Sana hayatında yiyeceğin en lezzetli yemeği pişirebilirim, inan bana!”

Kapı kapanmaya başladı.

“Bard.”

İri yaratık sahibinin sesini duyunca durdu.

“Kadını mutfağa götür. Eğer yalan söylüyorsa kaynar kazana at, hiç düşünme.”

Liliana neredeyse bayılmak üzereydi ama Bard’ın yanında yürümeyi başardı. “Kaynar kazan konusunda şaka yapıyordu, değil mi?” diye sordu Liliana. “Bir insanı atabileceğin kadar büyük bir kazanınız yoktu herhalde!”

Bard durup içini çekti. Sonra kocaman gözleriyle ona baktı, çok derin bir mağaradan geliyormuş gibi boğuk, gök gürültüsüne benzer bir sesle, “Bıçaklarımız var,” dedi.

Liliana, efendisi gibi onun da şaka yapıp yapmadığını anlayamamıştı. Bu yüzden, en ufak bir şekilde süslenmemiş, bomboş ve karanlık koridorlar boyunca yürürlerken bir daha sesini çıkarmamaya karar verdi. Nihayet geniş, tek bir basamaktan sonra ağır, ahşap bir kapıya vardılar. Kapı sıcak ve hoş kokulu bir odaya açılıyordu.

Odanın ortasındaki koca tezgâhın başında duran periye benzer bir yaratık irkilerek onlara bakıp “Bard!” diye seslendi. Sesi çok tatlı ve canlı çıkıyordu. Yüzü incecik ve beklenmedik bir şekilde kırışıklarla doluydu, dudaklarının ve burnunun kenarı kırış kırıştı. Teni yağmur sonrasında toprağın aldığı renkteydi, kulaklarının sipsivri uçları siyah saçlarından dışarı fırlamıştı.

Liliana hayretle yaratığa baktı. Bu bir peri değil ama kahverengimsiydi, babasının avlayarak Elden’de soyunu kuruttuğu bir türdü. Babası bu yaratıklarının kanının büyüsünü daha da güçlü kıldığını düşünüyordu.

Bard iri pençesiyle Liliana’yı içeri itti. “Yeni aşçı,” dedikten sonra da hemen gitti.

Kahverengimsinin yüzü asılmıştı.

Liliana kendisini çok kötü hissederek tezgâhın diğer ucuna geçti. “Affedersin.” Hiç düşünmeden konuşuyordu. “Sadece tekrar zindana kapatılmaktan kurtulmaya çalıştığım için, yemek pişirebildiğimi söyledim.”

Diğer kadın ona baktı. “Ah, hayır. Ben çok kötü bir aşçıyım.” Tezgâhın üzerindeki tepsiden bir bisküvi almaya çalışırken yere düşürdü. “Efendinin benim kellemi neden uçurmadığını bilmiyorum. Ah, evet, belki de benim yemeklerim tam da buraya göre olduğu içindir.”

Liliana kadının arkadaş canlısı tavırlarına şaşırmıştı. “Ancak hayal kırıklığına uğramış görünüyordun.”

Kadının kulaklarının uçları kızardı. “Ah, hayır… Önemli değil, yok bir şey… Gerçekten… Benim adım Jissa.”

“Liliana.”

Jissa uzanıp, Liliana’nın kırışmış ve kan lekeleriyle dolu elbisesine dokundu. “İyi bir aşçı olmayabilirim ama burayı temiz tutuyorum. Sen temiz değilsin.”

“Hayır.” Liliana utanarak kafasını kaşıdı. “Aslında bir banyo hiç fena olmazdı.”

“Eğer yemek de pişireceksen çok çok çabuk olman gerek,” diye uyardı Jissa. “Lord seni tekrar zindana göndermek için yemek saatini bile beklemeyebilir.” Kahverengimsi konuşurken hızlıca hareket ediyor, elini kolunu kuşlar gibi sallıyordu. “Bugün ikindide yemek yemeyecek. Kalede değil çünkü.”

Kahverengimsinin peşinden koşan Liliana kendini ufak bir banyoda buldu. Jissa çoktan küveti doldurmaya başlamıştı bile.

Liliana, “Ben yaparım…” diye itiraz edecek oldu ama Jissa başını iki yana salladı hemen. “Sen üstünü çıkarıp küvete gir, hemen.” Çok sabırsızdı. “Üzgünüm ama su soğuk, ısıtacak kadar vaktimiz yok şimdi.”

Bir adamın boğazını kesmeyi reddettiği için babasının zindanlarında geçirdiği günlerin üstüne bir de bir gece önceki hücre macerasından sonra Liliana’nın hiç nazlanacak hali yoktu. İkiletmeden hemen soyundu, buz gibi küvete girdi. Titreyerek kenardaki sabunu aldı, başını tulumba musluğunun altına uzatarak saçlarını akan suya tuttu.

Jissa, “Pek hoş görünmüyorsun,” dedi kısaca.

Bir başkası söyleseydi bu çok kaba bile karşılanabilirdi ama Jissa söyleyince salt gerçek olarak geliyordu kulağa. Liliana başını sallayarak onayladı. “Hayır.” Göğüsleri neredeyse yok sayılabilecek kadar ufaktı, kaburgaları sayılıyordu. Öte yandan kalçaları fazla geniş, bir bacağı diğerinden daha kısaydı.

“Tam burayı görmesin ama,” diye ekledi Jissa aniden gülümseyerek. “Çünkü bir canavara dönüşse bile burada güzel olabilecek tek yaratık lordun kendisidir.”

Liliana gülerek saçını sabunlamaya devam etti. Jissa tulumbayı biraz durdurarak Liliana’nın vücudunu sabunlayabilmesine fırsat verdi.

“Sen nerelisin Jissa?” diye sordu Liliana. “Uçurum yaratıklarından olmadığın kesin.” Kahverengimsinin en ufak şeytani bir yanı olmadığından adı kadar emindi Liliana.

Jissa hüzünlenmişti. “Buradan çok uzaklardaki bir dağda bulunan ormanlardan geliyorum,” diye fısıldadı. “Kan Büyücüsü köyümüze gelip büyümüzü çaldı. Çaldı ve çaldı. Ben kurtulmayı başardı ama beni görmeye tahammül edemediğini söyleyerek beni diyarından kovdu. Böylece büyüsü sona erdi.”

Liliana’nın midesine kamp girmişti. Damarlarında dolaşan cani kanı öğrenecek olursa kendisinden nefret edeceğinden emindi ama Liliana’nın onun dostluğuna ihtiyacı vardı. Bu yüzden dilini tutup bir şey söylemedi.

İçindense, üzgünüm, diye fısıldadı. Senin türünün kanının dökülmesinden benim kanım sorumlu olduğu için üzgünüm.